Cennet Kapısı Kapanmasın


 01 Aralık 2023



Doğunun en zengin, en eğitimli ve en yiğit insanlarının hayali olan Gürgenç şehri şu an çok sessizdi. Sadece bazı evlerin pencerelerinden görülen cılız bir ışık dışında tüm şehir derin bir uykudaydı. Uykunun keyifli dünyasını terk etmiş odaların birinde, hafiften ışık saçan mumun yanında, kır sakalları göğsüne kadar inen bir ihtiyâr gözlerini kapatmış yarı uyanık, yarı uykulu bir hâlde oturuyordu. 

O, kendi döneminin ünlü din adamı, “Veliler yetiştiren pir” adını alan Şeyh Necmeddîn Kübrâ’ydı. Şu an uyuklamaktan tamamen uzaktı. Şeyh kendi kurduğu Kübreviyye tarikatının -mektebinin- esaslarını ortaya koyuyordu. “Allah istemezse yaprak kımıldamaz”, “Her şey Allah’ın iradesiyledir”, “Allah her şeyde ve her yerdedir”. Bu basit hakikati anlamayanlara pir şaşırıyordu.

Bir keresinde pir vaaz verirken cemaatten biri her yere çekilebilecek tarzda bir soru ortaya attı: “Pirim, kervanla gelirken yabancı yurtlardan biri ‘Müslümansan Allah’ın nerede olduğunu kanıtla!’ dedi. Ben ona hiçbir şey söylemedim..” deyince etraftakilerden bazılarında gülümseme belirdi. Ama, pir ona şöyle cevap verdi: “Gökyüzüne bak, yeryüzüne bak, görmeyi başar! Çünkü Allah her şeyde ve her yerdedir. Ama Allah’ı göremeyenler onun nerede olduğunu açıklayamazlar”.

Kudreti güçlü Yaradan ile insan kavminin arasındaki uyumun bir yönünün renklerde toplandığını görmesi, pirin bu tarikatın temellerini atmasına vesile olmuştu.

Renkler. Renkler pir için sadece bir renk cümbüşü değildi. Onlar âlemi Yaradanın kâmillikten uzakta olan insanoğlu için her zaman gizemli kalan menzili aşmak için yol gösteren aydınlık patikalardan biriydi. Bu yolun derinliklerine girme arzuları, bu arzularına olan sadakatleri onların akıl ve önsezilerini kâmillik derecesine erdirmeliydi.

Renkler, Allah’ın dergâhına giden yoldur. Yaşlı pir bu sırların anahtarını bulan ve renklerin dünyasına özenle girmeyi başaran insanın kemâle erip âlemi yaratan sahibine, Allah’a doğru giden yolu bulmakta başarılı olacağına akıl erdirdi.

Gözlerini sımsıkı kapatıp Hak ile halvet hâlinde olan pirin gözlerinin önünde beyaz bulutların sisi belirdi. Pirin temellerini oluşturduğu tarikatta beyaz renk, insan ruhunun fani dünyaya mahsus kaygılardan arınarak, Allah’ın dergâhına giden yolun eşiğinden atlayıp ilk aşamaya girmiş olduğunu ifade ediyordu. Bundan sonra imanın alameti olan sarı, sarıdan sonra ihsanın alameti olan gök, ondan sonra inancın işareti olan mavi, maviden sonra kâmil inancın alameti olan yeşil, yeşilden sonra ise bilginin alameti olan kırmızı, en sonunda da ruhun Allah’ın dergâhına yaklaşmış olduğunun alameti olan siyah renkli bulutların sisi ortaya çıkmalıydı. Siyah renk fani ile Allah’ın dergâhını birleştiren sırlı bir geçitti. Siyah renkten sonraki renksizlik ummanı ise halvet sahibinin “Temkin” derecesine, yani ruhun Allah ile sessiz ve hareketsiz anlaşma derecesine ulaştığını anlatıyordu.

Kaşlarının aşırı uzun olmasından dolayı gözlerinin açık mı yoksa kapalı mı olduğu anlaşılmayan yaşlı pirin kemâle eren ruhu bu yolu, Hak ile halvet yolunu, birçok defa geçerek kudreti güçlü Yaradan ile sır alışverişi yapmıştı. 

Eğer yanında müritlerinin biri olmuş olsaydı bu esnada halvet hâlindeki pirin dünyasında bir değişikliğin olduğunu mutlaka anlardı. Çünkü pir gözünü kapatmış otururken aniden sıçradı ve sarsıldı. Ancak gözlerini açamadı. Pir ufukta belirip birbiri ardınca sıralanan renkli bulutların arasından geçip daha yeni renksizlik ummanına adım attığında, küçücük atların üzerindeki kızıl sarı siluetler onun ruhunun emin adımlarını duraksattı. Onlar bir yerlerden ortaya çıktılar ve renkli bulut öbeğini arkadan beri tarafa doğru sürüp geri döndüler. Pir, Hak ile halvet yolunda şimdiye kadar böyle bir durumla hiç karşılaşmamıştı. 

Bu olaydan tam iki gün sonra, pir tekrar Allah’ın dergâhına halvet seferini gerçekleştirdi. Pirin ruhu nazariyatta Allah’ın dergâhına varıp bedeni Yaradan’ın nuruyla nurlandığı anda onu ter basmaya başladı. Hak huzurundaki halvete kavuşan pirini izlemekte olan müritlerin şaşkınlıktan dilleri tutuldu. Çünkü o şimdiye kadar ilk kez böyle bir hâle bürünüp fısıldamaya başladı:  “Haddimi aşmışım, Rabbim!”. Kısa bir duraksamanın ardından tekrar fısıltı devam etti: “Cesedime sevgili Cemil yanından yer ver! Benim için Cehennem yolunu kapatıver, Cennet kapısı kapanmasın, Keremli Rahman!”.

Pirin ruhu bir müddet sonra kendine geldi. Gözlerinin önünde yaşanan ahvalin hikmeti hakkında konuşmaya cesaret eden bir mürit bulunmadı. Çünkü gerekli olsaydı bu hususu pir kendisi anlatırdı. 

Necmeddîn Kübrâ, Hak ile halvet yolundaki bu seferki ahvalden sonra üstatlık derecesine ulaşan müridi sevgili Cemil hakkındaki hatıralara geçti.

                                                         

***

Tüm benliği ile Hakka teslim olma erdemi, pir Necmeddîn Kübrâ’nın şöhretini tüm âleme yaydı. Bu yüzden de pir, insanları iklimlerin sahibi olan Muhammed Şah’ın (Harezmşah -Köhne Ürgenç- hanedanı hükümdarının) çevresine toplamak konusunda da temel direklerden biri hâline geldi. Onun ünü de şöhreti de hükümdarınkinden aşağı değildi. Onun bu derecesi, pirin gördüğü hürmeti kıskananlar için bir sebepti. 

Bir keresinde pir nadir görülen bir olaya tanık olmuştu. Pir dünyayı dolaşırken Fas (Marokka) yurdunda kendisini Allah’a adamış bir delikanlıyla karşılaşmış ve bütün himmetini ona göndermişti. Pirin himmeti onun ruh dünyasına sirayet edip daha önce hiç yaşamadığı hâllerle yüz yüze getirdi.  Daha sonra o, Allah’ın sunduğu imkânlara dayanarak pirin kerem ve kerametine olan ihlası ile üstadının etrafındaki her şeyi pirden uzaklaştırıp yerine kendisi geçti. Ancak başkalarının varlığından dolayı hiç konuşmadan sessizce yürümesine rağmen o, pirle gönül dili ile konuşuyor ve anlaşıyordu. Pirin himmetine kalpten inandığı için, en kâmil mürit sayılan, hilafetini devam ettirebilecek meziyette olan bu delikanlının adı Cemil’di.

Kalbi Allah diye atan bu delikanlıyı kendine en yakın mürit olarak seçmesi ve yanına alıp dönmesi, kâmil pirden ders alıyor olsalar da kalplerinden İblisi kovamayan, pirin ardından keramete sahip olmak, ondan hürmet görmek arzusuyla yaşayan hasetçilerin kötü yorumlar yapmalarına bahane olmuştu. Yeni ortaya çıkan dedikodular, zaten pirin kendisini hükümdardan üstün gördüğü yönündeki söylentilerden rahatsız olan şahın kalbindeki kaygıyı daha da arttırdı.

Fitnecilerin tuzağına düşen hükümdar, kalbindeki öfke ateşini körükleyerek Şeyh Necmeddîn Kübrâ’nın mektebine gelmişti. Yabancı yurttan gelen, Yusuf güzelliğindeki delikanlıyı görür görmez hükümdar kulağını çalınan dedikoduları doğru bildi. Bu delikanlının ortadan kaldırılmasını, eliyle havaya çizdiği bir işaretle malum etti. Hükümdarın isteği kanundur. İsteği yerine getirilen hükümdar dolaştığı esnada konuşulanların etkisinden daha henüz kurtulamıyordu. Onun kalbinde pirin ayıbını yüzüne vurmak isteği coşuyordu. Bu yüzden de o, kolay kolay hücresinden uzağa gitmeyen piri beklemeye karar verdi. 

Bir şeyin olacağını hissedip yüreği endişeye kapılan pir o sırada kendini rahatlatmak için bahçeye çıkmıştı. Pir geri gelir gelmez hükümdara saygıyla selam verdi. Selamını soğuk ve gönülsüz alışından da hükümdarın ne olduğu bilinmeyen hoşnutsuz ama önemli bir mesele hakkında konuşmak istediğini hisseden pir, misafirlerin atını tutup içeri götürmesi ve konukları ağırlamak için müridine seslendi:

“Sevgili Cemil!”

Ama Cemil gelmedi. Pir tekrar bir kez daha seslendi. Yine de Cemil yoktu. Pir, kâmil olacağına kalpten inandığı müridinin bu kadar umursamazca davranmasını beklemediği için üzgün bir ses tonuyla “Cemilciğim dedim yahu” diyerek kızdı. Herkesin gözü önünde yaşanan olay hükümdarı da onun çevresindekileri de hatta pirin kendisini de hayretler içinde bıraktı. Pirin abdest suyunu kalbinin üzerine koyarak ısıtan Cemil, sol koltuğunun altına ibriği, sağ koltuğuna celladın kestiği başını almış vaziyette üstadının huzurunda hazır oldu:             

“Buyurun, pirim!”

Herkes donup kaldı. Bu pir kerametinin hem de keramet sahibi kâmillere en yakınından yer vermiş olduğunun kesin bir deliliydi.

...Olan olduktan sonra ne çare! Keramete şüphe ettiğini eksiksiz anlayan hükümdar, attan nasıl indiğini bile fark etmedi. Hızla pişman bir hâlde “Pirim, yalnış iş yapmışız!” dedi. Suçunu affettirmeye acele ederek muhafızlarına “Fitneciyi karşıma dikin!” deyip hiddetle emir buyurdu. 

Hayatında ilk defa öfkesinden ötürü taş gibi donup kalan pir aniden “Senin bu yaptığından dolayı Gürgenç gider, Semerkant gider, Buhara gider...” diyerek en ünlü şehirleri, yurtları birer birer saymaya başladı ancak “Istam..” deyip sözünü daha tamamlamamışken onun hikmetini kendi gözleriyle gören hükümdar gayri ihtiyari pirin ağzını tuttu:

“Durun, efendim, bizim günahımız yüzünden bütün dünyayı harap etmeyin!” deyip askerlerine, karşısında hazır edilen, beti benzi atmış fitneciyi öldürmelerini emretti.

Ama o tüm benliğini Hakka adayan hakiki bir müridin yerini tutar mı hiç?

 

                                                               ***

Aradan çok vakit geçmemişti ki Moğol Tatarlarının ülkeyi işgal edeceği söylentisi yayılmaya başladı. Uzun zaman olmadan da söylentilerin bir kısmı gerçeğe dönüştü. Devletinin sınırlarını iklim ötesine kadar genişletip “İkinci İskender!” lakabı takılan, mertebesi ile kendilerini denk görenlere haddini bildirmek isteyen Muhammed Şah, Moğol ordularıyla baş edemedi. O bu defa niyetinden vazgeçti. Maalesef yurdu bir panik kapladı.

Yurttaki paniğin aksine yaşlı pir sanki hiçbir şey olmamış gibi kendini sakin tutuyordu. Çünkü o kendi kaderinin ne olacağını çok net biliyordu. Pir, müritlerine de vatanı terk etmemelerini öğütleyip şunları söyledi: “Düşmandan ya da ölümden korkarak Vatanı terk edip kaçmak, Cennetin kapısını kendi ellerinle kapatıp doğrudan Cehenneme giden yolu açmaktır!”.

Halk düşmana karşı ayağa kalkıyordu. Herkes eline geçen silah ve imkânlar ölçüsüne göre düşmana karşı başa baş savaşıyordu. Millet, kabiliyetli bir önderin hasretini çekiyordu. Zapt edilemez diye düşünülen kaleler, hiçbir direnişle karşılaşmayan Moğol ordularının darbesinden aciz kalmaya başladı. Fakat millet buna rağmen pes edecek gibi değildi.

Necmeddîn Kübrâ adlı pirin “Ölen şehit, öldüren kadıdır!» şeklinde vaaz ettiği, milletin de onun sözünden çıkmadığı konusundaki haber Cengiz Han’ın kulağına ulaştı. Halka söz dinletebilen pirin sonradan da gerekli olabileceğini düşünen Cengiz, ordusu güçten düşen yurdun kalelerini zapt etmeden hemen önce pire mektup göndertti. Mektubun içeriği şöyle idi: “Ülke nasılsa harap olacak. Benim ordumun geçtiği yerde sadece kül kalır. Bana karşı çıkanlar ise kim olduklarına bakılmaksızın ölüm cezasına hükmedilir. Ben sizin gibi keramet sahibi bir pirin onların arasında olmasını istemiyorum. Sadece sizin hatırınız için üç gün içinde kaleden çıkıp gidenlerin hiçbirisine dokunulmayacağını garanti ederim”.

Yurdu terk edip gitmek için üç günlük süre tanındığını öğrenen pir, mektubu soğukkanlılıkla okuyup geri cevap mektubu gönderdi.

Cengiz Han’ın sadece iki kulağı değil tüm bedeni pirden gelen mektubu tane tane okuyan kâtibindeydi: “Her şey Yaradan Allah’ın emriyledir. Can Allah’a aittir. O, bu canı istediği vakitte verdi, istediği vakitte de alır. Bütün ömrümü canımın kaygısı için değil, iman aramaya ve kazanmaya adadım. Senin kerametli diye ikrar ettiğin mertebeyi de bana bu halk verdi. Halkımın sevincini eşit olarak paylaştım, şimdi acılarını da eşit olarak çekerim. Allah’ın verdiği can er ya da geç Allah’ın huzuruna varır. Ancak ihtiyaç anında vatana yüz çevirmek ve onu korumakta acizlik etmek ruhumu imandan uzaklaştırır.  Ben ölümden değil Allah’ın katına imansız gitmekten korkarım! Sizin gittiğiniz yerlerdeki her şeyi küle çevirmekte muktedir olan ordunuzun tüm yapabileceği şey Hakkın huzuruna kavuşmama vesile olarak hizmet eder. İman bağım düğümlüdür”.

Cengiz Han bir müddet sustuktan sonra “O sadece bir keremli pir değil. O, vatan evladı. O, gerçek bir kahraman. Böyle insanların ömrü yeni doğacak kahramanlara derstir. Onun kalbinde insanoğluna ya da ecele karşı bir korku yok. Kalbinde sadece Allah’ına olan sevgi var. Onu benim huzuruma canlı getirin! Kaleyi zapt edin!” diye kesin bir talimat verdi.

Pir cevap mektubunu yolladıktan sonra 360 müridinin diğer yurtlardan gelenlerini kendi vatanlarına uğurladı ve geri kalanları peşine takıp, elinden geldiğince silahlanıp savaş alanına yöneldi. O anki durumu gören müritler, pirin kerametlerinden başka bir hikmetin şahidi oldular. Savaş elbisesine bürünen pirin görüntüsü onların gözlerinin önünde değişmeye başladı. Kırlaşmış sakalı bir anda kara oldu. Yaşlanan gövdenin boyu doğruldu. Yüzlerinin buruşukluğu gidip nurlu bir delikanlıya dönüştü. Hayatında hiç silah kullanmamış ve kullanırım diye de düşünmemiş olan pirin seçtiği silah deriden yapılmış bir sapan oldu.

Düşman kale surlarını aşıp şehre girdi. Halk birden şaşkınlık içinde kaldı. Sadece bir grup dünyayı unutmuş, savaşıyordu. Düşman komutanı bu grubun arasında Cengiz Han’ın teklifini reddeden kerametli pirin olduğunu fark etti. O tarafa hücumu arttırdı. Canını düşünmeden vatanı savunmak için cesurca savaşan servi boylu mert adamın göğsüne yay okunun saplanması oradaki herkesin bir an için savaşmayı bırakmasına sebep oldu. Bu defa sadece pirin sofuları değil, düşman askerleri bile şaşkınlıktan dili tutulup hayretler içinde kaldı. Göğsüne saplanan oku sağ eliyle sıkıca avuçlayan mert adamın kara sakalı bir anda ak sakala dönüştü. Dağ gibi dimdik duran boyu bükülüp ihtiyar hâline döndü. Böylece vatansever asker, Cengiz Han’ın diri ele geçirin diye emrettiği Necmeddîn Kübrâ’ya dönüşüverdi. Pir göğsüne saplanan oku avuçlamış tutarken Allah’ın dergâhına yöneldi: “Beni kendine dost bilsen yeter, bana sadece senin sevgin kâfi. Eğer canımı kurtar dersem, o vakit ben, ben değilimdir.” dedi ve Kelime-i Şehâdet getirdi. Peşimden de göğsündeki oku fırlatıp attı. 

Ağır yaralanan pirin gözlerinin önü kararmaya başladı. Gittikçe fenalaşan pirin gözlerinin önünde tekrar renkli bulutların sırayla değişen dumanı görünmeye başladı; pir en sonuncu nefesinde ve azimli halvetinde “Cennetin açık duran kapısını gördü!”. Yüzleri özel bir derecede nurlanıp bir yana devrilen ihtiyar bedenini müritlerinin bir ikisi koltuklayıp kaleye doğru yöneldi. 

Şiddetli savaşa bugünlük ara verildi. Acımasız düşman da savaşmaya çok istekli değildi. Belki de onların bu durumu Cengiz’e bildirmeleri gerekiyordu. 

                                                                        ***

O gün pirin uzak ülkelerden geldikten sonra “Sen vatanın için geldin, vatanına dön, oğlum!” deyip gönderdiği müritlerinin biri halvet yoluyla Hakkın huzuruna seyahate çıkmayı denedi.

Halvet anında kâmil pirin yeryüzünden bağını koparan ruhu, üstadının  öldürüldüğünden habersiz müridine sağ iken tamamlayamadığı dersini veriyordu. Bu nedenle de müridinin ruhu önce de Hak halvetinde olan pirin ruhu vasıtasıyla Allah’ın dergâhına doğru yola revan oldu. Renkli bulutların dumanları olması gerektiği gibi: Beyaz, sarı, gök, mavi, yeşil, kırmızı, siyah tertibinde birbiriyle yer değiştirip ilerliyordu. Müridin ruhu müstakillikte ilk kez renkli bulutların arasından geçip “Temkin” diye adlandırılan renksizlik ummanına girdi. O “Temkinde” baştan aşağıya kadar eksiksiz silahlanan düşmanın karşısına sapanla savaşa çıkan vatansever pir Şeyh Kübrâ’nın ruhuna rastladı.

Bu durum ise, şöhreti dünyayı kaplayan pirin âlemleri yaratan sahibinin -Allah’ın- huzuruna kavuştuğunun açık bir alâmetiydi. 

Bu yazı Kardeş Kalemler dergisinin 204. sayısında yer almaktadır. Derginin bu sayısında yer alan tüm yazılara aşağıdaki bağlantı üzerinden ulaşabilirsiniz.
Kardeş Kalemler 204. Sayı